Türkiye’de Popüler Parti Nasıl Olunur?
Popülizm popülerlik mi?
Popüler ile popülizm sıklıkla birbirlerine karıştırılsa da tamamen ayrı kavramlardır. Bazı durumlarda birbirlerini tamamlarlar, bazen de birbirlerine karşıttırlar. Popülizm, geniş halk kitlelerinde oluşan memnuniyetsizliklere insan doğasında var olan içgüdüsel tepkilerden beslenen uydurma çözümler bulma siyaseti olarak tanımlanabilir. Örneğin, çeşitli ekonomik sıkıntıların nedenini yabancı işçilerin ve göçmenlerin varlığına bağlamak Avrupa’daki bir çok sağ partinin sıklıkla başvurdukları bir popülist söylemdir. Sıkıntıların nedenlerini daha derinlerde yatan yapısal sorunlar yerine “günah keçileri” üzerinden açıklamak hem daha kolaydır, hem de önerilen çözüm gerçek dışı da olsa kitleler tarafından daha kolay anlaşılır. Yabancılardan korku ve toplumun kenarlarında yer bulabilmiş topluluklara karsı üstünlük duygusu insanın en ilkel dönemlerinden kalma biyolojik kökenli tepkilerle yakından ilgilidir kuşkusuz. Yıkıcı etkileri uzun yıllar sonra görülecek uygulamaların kısa dönemli kişisel çıkarlar nedeniyle kabul görmesi ise popülist politikaların beslendiği bir başka toplumsal olgudur. Büyük çevresel zararlara gebe “HES” gibi projelerin toplumun bütününde tepki toplamaması insan zihninin uzun erimli düşünme alışkanlığının gelişmemiş olması ile açıklanabilir. Popülist siyaset sadece sağ partilere özgü bir olgu da değildir. Karmaşık sorunları gerçekle tam örtüşmeyen nedenlere indirgemek sol siyasette de görülebilmektedir.
Popüler ise halka ait olan demektir. Halka değgin, geniş kitleler tarafından benimsenmiş olan, kuşkusuz çoğu zaman sayısal üstünlüğe de işaret eder. Popüler ile popülizm birbirlerine karıştırılmasın bir nedenin de bu olduğunu düşünebiliriz. Her ikisinde de niceliksel bir büyüklük söz konusudur. Evrimsel kökleri olan tepkisel yanımıza seslenen yüzeysel açıklamalar uydurma kolaycılığına kaçmadan, halkı ilgilendiren sorunlar halkın dili kullanılarak anlatılabildiği ölçüde popülist olmayan popüler siyasetten söz edilebilir. Bazı durumlarda popülizm ile popüler karşıt olmaktan çok, birbirlerine tamamlayıcısı gibidirler. Bu olguyu en iyi hegemonya kavramı ile anlayabiliriz.
Gezi ve Hegemonya
Hegemonya, Antonio Gramsci’nin kullandığı anlamda, siyasal iktidar mücadelesinde farklı toplumsal kesimlerin kendi söylemlerine eklemlemek üzere simgeler ve dil üzerinde yürüttükleri bir egemenlik yarışı olarak tanımlanabilir. Uzun bir geçmişi olan ve farklı anlamlarda kullanılan bu kavramı burada bir örnekle açıklamak daha uygun olacak.
Gezi protestoları sırasında çok farklı toplumsal kesimlerden ve siyasi görüşlerden kişilerin ortak istek, amaç, veya güdü etrafında bir araya gelerek dayanışma gösterdiğini biliyoruz. Hegemonya en basit anlatımla, farklılıkları, hatta karşıtlıkları, önemsizleştiren, belirsizleştiren, ortak bir amaç üzerinden kitlelerin bir arada (baskı, şiddet, vb. kullanmadan) tutulmasıdır. Örneğin, Gezi’de olduğu gibi kitleler öyle bir ortak amaç etrafında toplanırlar ki, ortak amaç dışındaki bütün farklılıklar önemsizleşir. Kitleleri bir araya getiren amacı ve bu amacı ifade eden dili, hangi topluluk kuruyorsa, yönlendiriyorsa, o toplumsal kesimin diğerleri üzerinde kurduğu hegemonyadan söz edilebilir. Gezi örneğinde, kitleleri birleştiren ortak amaç ve söylem var olmakla beraber, bu söyleme egemen olan bir kitlenin varlığı tartışmalıdır. Olayların kesin bir siyasal sonuç doğurmamış olmasını belki de diğer kesimler üzerinde yukarıdaki anlamda hegemonya kurmayı hiç bir siyasi örgütün tam başaramamış olmasına bağlayabiliriz. Bir başka deyişle, Gezi’de öne çıkan simgeleri hiç bir grup kendi söylemlerine eklemleme, söylemleri ile tam olarak bütünleştirme, başarısı gösterememiştir.
Popüler siyasette başarının anahtarının semboller ve dil aracılığıyla hegemonya kurmak olduğunu söyleyebiliriz. Hegemonik bir işlev görebilmesi için seçilen kavram veya simgenin olabildiğince geniş oylumlu olması, bir anlamda içinin boş olması gerekir. İçi olabildiğince boş olmalıdır ki farklı toplumsal kesimler tarafından farklı anlamlar ile doldurulabilsin.
Dünyadan ve ülkemizden bir çok örnekle konu somutlaştırılabilir. Demokrasi ve insan hakları kavramlarını değişik dönemlerde değişik ideolojilerin hegemonya aracı olarak kullanıldıklarını söyleyebiliriz. Soğuk savaş döneminde her iki kavram da karşıt politik kamplar tarafından sahiplenilmeye çalışılmıştır. Demokrasi terimi, kapitalist Batı kampı için Sovyet sisteminin karşıtı olmak anlamını taşırken, aynı anda karşı sosyalist söylemde kapitalizm karşıtı anlamlar içermekteydi. Benzer biçimde insan hakları, soğuk savaş döneminde sosyalist çevrelerde liberal demokrasinin eleştirisi amacıyla kullanılırken, Sovyet sistemin dağılmasının ardından neo-liberal çevrelerce, liberal sistemin üstünlüğünün kanıtı anlamında kullanılmaya başlanmıştır.
Türban, bir simge üzerinden hegemonya inşa etmeye ülkemizden başarılı bir örnek olarak verilebilir. Var olan sisteme karsı birikmiş olan tepkilerin önemli bir kesiminin bu simge üzerinden temsil edildiğini söyleyebiliriz. Daha ilginç bir örnek de, yüzyıllar ötesinden halkın ince zekâsından süzülüp gelen özdeyiş ve atasözlerinin hegemonya amaçlı kullanılmasıdır. “Bal tutan parmağını yalar” deyişi bir yandan halk arasında, sosyal ve ahlaki bozuklukların ikircikli bir alaycılıkla meşrulaştırması işlevini görürken, diğer yandan, “çalıyor ama iş yapıyor” deyişiyle pekiştirilerek, “sağ iktidarlar çalar ama iş yapar, sol iktidarlar ikisini de yapamaz” anlamına gelen bir söylem kurma ve bu söylem üzerinden siyasal hegemonya oluşturmada kullanılabilmektedir.
Tepki ve Tek Sav (dava) Partileri
Hegemonya kurma örneklerine, tek bir ana mesele veya konuya odaklanan ve tepki partileri (“protest parties”) veya tek sav, tek dava partileri (“single issue parties”) denen, Avrupa’da yaygın örnekleri bulunan, siyasal partileri de ekleyebiliriz. Bunun ilk örnekleri “Yeşiller” diye adlandırılan ekoloji odaklı politikalar üzerinden siyaset yapan partilere dayandırılabilir. Yeşil söylemde, “doğa” çoğu zaman “içi boş gösterge” işlevi görerek farklı siyasi görüşten ve toplumsal sınıftan kişileri bir araya getirme amacına hizmet edebilmiştir.
Güncel bir örnek de, özelikle İskandinavya ve Almanya’da başarılı olan “Korsan” (“Pirate”) partilerdir. Internet ve bilgiye erişim özgürlüğü üzerinden siyaset yapan bu partiler, çeşitli toplumsal özgürlük taleplerini “hacker” imgesi üzerinde toplamayı bir ölçüde başarmış görünüyorlar.
Tepki partilere güncel örnek olarak İtalya’da seçimlerde %25’ler dolayında oy alarak ülkenin önde gelen siyasi hareketlerinden biri haline gelen komedyen Beppe Grillo liderliğindeki “Beş Yıldız Hareketi” (Movimento Cinque Stelle) verilebilir. İsmindeki ve parti logosundaki beş yıldız, parti programındaki beş ilkeyi (su kaynaklarının kamusallığı, sürdürülebilir ulaşım, sürdürülebilir kalkınma, özgür internet erişimi ve çevrecilik) simgelese de, esas olarak, İtalyan siyasetinin nasırlaşmış sorunlarından belki de en önemlileri, çürümüşlük ve rüşvet üzerinden popülerlik kazandığını söylemek yanlış olmaz. Beş Yıldız Hareketi ayrıca, katılımcı ve doğrudan demokrasiyi (e-demokrasi) ve devletin küçülmesini savunmaktadır. Beş Yıldız Hareketinin adayları doğrudan partinin üyelerince internet üzerinden yapılan oylamayla belirlenmekte ve seçimlere partinin logosu altında bağımsız adaylar olarak girmektedirler. Bir anlamda Beş Yıldız Hareketi siyasal bir “franchaise” olarak düşünülebilir. Belki de bu nedenle kendilerini “parti” olarak değil “hareket” veya “anti-parti” olarak nitelendirmektedirler.
Türkiye’de Tepki ve Tek Sav Siyaseti
Ülkemizde de zaman zaman tek sav veya mesele üzerinden siyaset denemeleri olmuştur. Bu bağlamda, Yeşiller partisinin son yıllarda HES’ler gibi konuların güncelliğine karşın, Avrupa’daki benzerleri oranında popülerlik kazanmamış olduğunu not edebiliriz. Belli dönemlerde geleneksel merkez partilerin de öne çıkan bir sorun üzerinden oy topladıkları görülmüştür. Türban meselesine değinmiştik. Zaman zaman terörle mücadele de secim sonuçlarında belirleyici olmuştur. Örneğin, DSP’nin 18 Nisan 1999 seçimlerinde bir önceki secimde %14 oyunu %22’ye çıkararak iktidar olmasında o dönemde teröre karşı edinilen başarının etkisi belirleyici olmuştur.
Gezi olaylarına değinmiştik. Gezi’de belirleyici kuşkusuz iktidar partisine ve liderine olan karşıtlık olmuştur. Gezi’de öne çıkan diğer temalar arasında otoriter yönetim biçimine, dayatmalara ve hukuksuzluğa karşıtlık, bireysel özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi, kentsel sorunlara çözüm, laiklik ve cumhuriyetin kuruluş değerlerine dönüş sayılabilir. Bu ilkeleri popüler bir dille siyasete sokan bir partinin önemli bir oy potansiyelinin olacağı öne sürülebilir. Bu popüler dilin nasıl olması gerektiğini incelemeden önce, böyle bir partinin Türkiye siyasetine olası etkisine kısaca değinmek yerinde olur. Son 10 yıllık oy dağılımına ve özellikle son secim sonuçlarına bakınca Türkiye de “sol” diye nitelendirilebilecek partilerin oy oranlarının %30 civarında olduğu, merkez sağ ve dini duyarlıklı seçmen oranının %50 civarında seyrettiği görülmektedir. Gezi’de kurulan söylemle özdeşleşecek bir partinin büyük oranda %30 civarındaki pastadan oy alacağı, 50%’lik sağ seçmeni pek az etkileyeceği düşünülürse, Gezi benzeri bir hareketin siyasette dengeleri Türkiye’nin gidişini etkileyecek oranda değiştiremeyeceği öngörülebilir. İktidar olmayı hedefleyen bir partinin 50%’lilik pastadan önemli bir pay almasının gerekliliği ortadadır.
Türkiye’de Sağ Popülizm
Sağ partilerin geliştirdiği çok sayıdaki popülist söylemden öne çıkanların, daha önce değindiğimiz “çalıyor ama iş yapıyor” ve bunun bir benzeri “iş bilen (tüccar) siyasetçi” olduğu söylenebilir. İnanılması güç de olsa bugün Ankara’da TBMM’nin tam karsısındaki kavşağa dört adet kol saati bu zihniyetin adeta bir abidesi olarak dikilmiştir.
Popülizm ile popülerlik arasındaki farkı incelerken, popülizmi, gerçek olmayan nedenler üzerinden, basit ve insan doğasının içgüdüsel tepkilerine uygun çözüm üretme siyasetidir diye tanımlamıştık. Bu çerçevede son günlerin popüler konusu asgari ücretin 1300 TL’ye yükseltilmesi tartışmasını kısaca incelemek yararlı olacaktır. Asgari ücretin net 1300 TL olması kabaca %30’luk bir artışa karşılık gelmektedir. Bu azımsanamayacak bir artıştır. Son seçimlerde iktidar partisinin başarısında verilen bu sözün de bir miktar etkili olduğu düşünülebilir. Hiç şüphesiz ki gerçekleştirilebilirse iktidardaki parti için bu önemli bir ekonomik başarı olarak tarihe geçecektir.
Bu artış için gerekli kaynak nereden bulunacaktır? Sınıflar arası gelir dağılımında bir düzeltme mi söz konusundur? Bu konudaki son duyumlardan anlaşılan bunun gelir dağılımındaki adaletsizliği gidermek için öngörülen gerçek bir çözümden çok popülist bir düzenleme olmasının olası olduğudur. Hükümetin aklındaki “çözümlerden” birinin 1999’da başlayan asgari ücreti yılda iki kez artırma uygulamasından vazgeçilerek, yıllık belirlemeye dönülmesi olduğu anlaşılmaktadır. Bu sürenin iki yıla kadar uzatılmasının da olanaklı olduğu söylenmektedir. Gazetelerden aldığımız aşağıdaki paragraf durumu özetlemektedir:
Bu yöntem, dolaylı olarak işçinin iki 6 ayının gasp edilmesidir. Konuşulan bu formülle işçiye verilen çok yüksek bir miktar olmayacak en fazla bu rakamın 150 TL’si işçiye yansıyacak. Çok yüksek bir değişiklik yok. Bu işçinin geleceğinin, hakkının dolaylı yoldan gasp edilmesidir. İşçi bu yöntemle enflasyona yenik düşecektir. Yılda bir artış işverenin de işini kolaylaştıracaktır. Ancak işçi zaman geçtikçe büyük zarara uğrayacak. İlk iki yıl yapılan zammın keyfi çıkartılır ancak 2 yıldan sonra
>yaşanan kayıp daha çok hissedilecek.
Seçmenin bu ve benzeri popülist politikalar ile “avlanmasının” karşısında popüler bir parti ne yapabilir? İktidara oynamayı hedefleyen bir partinin mutlaka “iş yapma” konusunda iddiası olması gerektiğini söylemek yanlış olmasa gerektir. Bu konuyu 1950-1990 arası dönemin ekonomi politiğine göz attıktan sonra irdeleyeceğiz.